meftun.

Corona Günlükleri - I

Cover Image for Corona Günlükleri - I

Corona günleri başladığından beri aslında bu konu ile ilgili çok fazla şey yazmak aklımdan geçti ise de bugüne kadar ertelemiş oldum.

Bir çoğumuzun bugüne kadar hiç deneyimlemediği çok ilginç bir süreçten geçiyoruz. Sosyal hayat, insan ilişkileri ve bu temel üzerine kurulan herşey ile birlikte devletler ve ekonomiler de artık eskisi gibi değil. "Normal" olarak nitelendirdiğimiz, ancak bir çok yönü ile normal olmadığı gerçeği ile daha bariz bir şekilde yüzleştiğimiz eski hayatımızın geri dönmesi en azından uzunca bir süre mümkün gibi görünmüyor halen.

Dünyanın bir anlamda altının üstüne geldiği bu günler, Elif Şafak'ın Aşk kitabında Şems'in dilinden yazdığı aşağıdaki satırları bir hayat deneyimi haline getirmek için çok uygun bir zaman dilimi...

'Hakk’ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. "Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir" diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?"

Açıkçası bu süreci genel anlamda sükun içerisinde karşıladığımı söyleyebilirim. "Normal" olarak adlandırdığımız hayat düzenine dönüş için ciddi bir arzu hissettiğimi de söyleyemem. Tabii bunda Londra'da yaşıyor olmamızın da biraz etkisi olabilir elbette, zira sürecin ilk günden bu yana çok sıkı kurallarla kontrol ve takip edilmediği bir ülke İngiltere. Sokağa çıkma yasağı ilan edildiği dönemde dahi aslında herkesin egzersiz için parklara ve zorunlu ihtiyaçlar için dışarıya çıkması serbestti. Dolayısı ile örneğin Türkiye'deki gibi çok daha sıkı önlemlerin alındığı ve insanların apartman dairelerine hapsolduğu bir sürece kıyasla çok daha rahat bir süreç geçirdiğimizi düşünüyorum.

Esasında yasakların hafifletilmesinin gündeme geldiği günlerde bunun yakın zamanda olmaması yönünde içten içe bir istek duyduğumu da itiraf etmeliyim. Zira insanlık olarak bu süreçten çıkarmamız gereken çok önemli dersler olduğu düşünsem de; kendi seçimlerimizin sonuçları ile yüzleşmemek, hayat düzenimizi değiştirmemek ve bir an önce eskiye dönmek için çırpınıyor ve ilk fırsatta sanki herşey aynı devam ediyor gibi davranıyor olmamız bu sürecin bize öğreteceği daha çok şey olduğunu düşündürüyor bana. Bunların en başında da savurgan ve bilinçsiz hayat tarzımızın, hep ağır bedeli dünyaya ve diğer canlılara ödetmek üzerine kurulu dünya düzeninin çarpıklığını fark etmek geliyor. Doğayı ve tüm canlıları en az kendi varlığımız kadar değerli görüp buna uygun bir hayat tarzı benimsemediğimiz sürece bu tür felaketleri yaşamamız her zaman bir an meselesi.

Artık fark etmeliyiz ki dünya insanın vahşetini, cehaletini, savurganlığını, şımarıklığını ve bencilliğini artık kaldırabilir durumda değil. Bitkilere, hayvanlara, tüm canlılara ve doğaya karşı inanılmaz derecede bir vahşet sergiliyoruz. Her gün karada ve denizde milyarlarca hayvanı öldürüyoruz, doğayı, ağaçları, doğal kaynakları inanılmaz bir hızla katletmeye devam ediyoruz. Akıl almaz derecede çöp üretiyor ve bunun neredeyse tamamını doğaya bırakıyoruz.

Bu sürdürülebilir bir düzen değil. Bu yaşam tarzı insan olma olgusu ile kesinlikle bağdaşmıyor. Her can'ı en az kendi canı kadar aziz bilmeyen, ona bu değeri göstermeyen insanın insanlıktan nasibini almadığını söylemek yanlış olmaz.

Bu süreç aynı zamanda içinde bulunduğumuz tüketim çarkının bir gereksinimi olarak ne kadar dışarıya bağımlı yaşadığımızı da bariz bir şekilde ortaya koydu. Bir kaç gün markete gitmesek evde yiyecek birşey bulamıyor olmamız, en temel ihtiyaçlarımız için başkalarının üretimine bu derece bağımlı olmamız aslında hayat düzenimizdeki bir çarpıklığa işaret ediyor. Bu çarpıklığın temel sebebi ise sistemin bir parçası olabilmek adına gıda, barınacak yer gibi en temel ihtiyaçları ve bunlarının teminini para karşılığında başkalarına havale ediyor olmamız. Bu düzen para bir anlam ve değer ifade ettiği sürece sürdürülebilir ve makul gibi görünse de, salgının başlangıç evresinde olduğu gibi tüketim talebinin üretimin önüne geçtiği dönemlerde aslında ortada bir yanlışlık olduğunu farketmek daha mümkün.

Pablo Escobar'ın oğlu babasının, ailesi ile birlikte bir orman evinde saklandığı bir gece, hasta olan kızını ısıtabilmek için yakacak hiçbir şey bulamadığı için 2 milyon doları yaktığını söylüyor.

Bu, aslında son dönemde yaşadığımız süreçte üzerine düşünmemiz gereken ibretlik bir hikaye. Zira paranın haddi zatında bir kağıt parçası olmaktan öte bir değeri yok, ona değer veren, onun için feda ettiğimiz emeğimiz ve hayatlarımız. Ancak bu feda ediş sürecinin emek ve hayatımız dışında yukarıda bahsettiğimiz üzere ilk anda göze görünmeyen, başkalarına bağımlılık ve bu bağlamda özgürlük gibi başka bedelleri de var.

Bu süreç ile ilgili farklı zaviyelerden başka yazılar da yazacağım, zira hayatta karşılaştığımız her sorun gibi bu sürecin de içimize dönmemiz, kendimiz ile yüzleşmemiz, "normal" karşıladığımız için farkında olmadığımız sorunlarımızı fark etmemiz için çok ciddi bir fırsat olduğunu düşünüyorum.

Bu sürecin hem iç hem dış dünyamız adına farkındalığımızı arttırması ve bizi daha çok "insan" haline dönüştürmesi dileği ile...

Aşk olsun.