meftun.

Kapalı kapılar

Cover Image for Kapalı kapılar

Düşünün ki yıllardır onlarca odası olan bir evde yaşıyorsunuz ve o evin yalnızca tek bir odasını kullanıyorsunuz, o eve geldiğinizden bu yana diğer odaların kapısını hiç açmamışsınız. Size en başta gösterilen bu odayı güvenli bulduğunuz için hep burada yaşıyorsunuz ve içten içe de diğer odalarda ne olduğu konusunda endişe duyuyor, o kapıları açmaktan korkuyorsunuz.

Hepimizin içinde açmak ve içindekilerle yüzleşmek istemediği, ardında sorularımız, korkularımız, olumsuz duygularımız, mutsuzluklarımız, bildiklerimizin yanlış olması endişesinden oluşan kapılar var, onlar yokmuş gibi davransak da varlar ve kapıyı açıp içeri bakmadığımız, bir ışık tutmadığımız ve içeridekilerle yüzleşmediğimiz her gün o kapılarla ilgili endişemiz de derinden derine daha da artıyor ama ironik bir şekilde bu bizi o kapıları açmama konusunda daha da fazla ikna ediyor, böylece bulunduğumuz odaya ve güvenli olduğunu düşündüğümüz, aslında orada olmayı sevmesek de bize tanıdık olan ortama daha da bağımlı hale geliyoruz.

Bu kapıların en baştan beri kapalı kalması ise aileden, toplumdan, sosyal çevreden, kültür ve din gibi öğelerden devraldığımız ve hiçbir zaman yüzleşip sorgulama cesareti gösteremediğimiz şartlanmışlığımız ile derinden ilişkili. Bu şartlanmışlığı edinmemizin temelinde ise kimlik ve anlam arayışımız ve de reddedilme, toplumun dışında kalma, kabullenilmeme gibi korkular bulunuyor.

Bu devralınmış ve hiçbir zaman gerçekten sorgulanmamış, neyin doğru neyin yanlış, neyin hakikat neyin yalan, kimin haklı kimin haksız olduğu ile ilgili inançlar, yargılar ve düşünceler topluluğu bize bir kimlik ve toplum ya da en azından onun kendimizi yeterli hissetmemize yetecek kadar büyük bir kısmı tarafından kabullenilme garantisi veriyor ve bu terkedilmesi oldukça zor olan bir güvenlik alanı.

İçten içe aradığımız yanıtların ve bizi tatmin edecek şeyin bunlar olmadığını her zaman bilsek de ne yazık ki hayatta çoğunlukla kendimizi bunların aslında doğru olduğuna ve sorgulamamızın gereksizliğine ikna etmeye çalışarak yaşıyor, aynı yargıları destekleyen kaynaklardan besleniyor, aynı düşünceleri benimsemiş insanlarla arkadaş oluyor ve böylece bir topluluk içerisinde, aynı şekilde düşünen insanlarla bir arada olmanın verdiği güvenlik hissi ile sorgulama isteğimizi bastırıyoruz. Böylece yavaş yavaş, neyin doğru ve yanlış olduğu konusunda kesin yargıları ve her soruya verecek bir yanıtı olan, ama hiçbir zaman kendi soruları ile yüzleşememiş insanlara dönüşüyoruz. Toplumun istediği insanlar oluyoruz, ama gerçek manada bir insan olamıyor, varlığımızın anlamına ve derinliğine ulaşma şansımızı kaybediyoruz.

Sonra hayatımız yuvarlak deliklere kare parçalar yerleştirmek, her tarafı yırtılmış bir kumaşı her gün farklı şekilde yamamaya çalışmakla geçiyor. Zira hayat değişiyor, yargılarımızın yanlışlığı her gün başka bir şekilde ortaya çıksa da onlara tutunmaktan vazgeçemiyor, daha da katı, anlayışsız, endişe ve korku dolu insanlar haline geliyoruz.

Farketmemiz gereken şu ki, insanın bizzat deneyimlemediği hiçbir hakikat gerçek anlamda hakikat değildir ve kesinlikle bize gerçek anlamda mutluluğu, tatmin duygusunu ve aslında hepimizin aradığı o eve varış, tam ve tatmin olma duygusunu veremez. Biz ise hep devraldığımız ve doğruluğunu sorgusuz kabullendiğimiz ikinci el deneyimlerde kendimizi arıyoruz, yani bulmamızın mümkün olmadığı yerlerde. Çünkü kendi başımıza arayışa çıkma riskini göze almak istemiyoruz; bir yanda hiçbir zaman mutlu olmasak da en azından kim olduğumuza dair bize bir yanıt veren devralınmış yargılarımızı bir yana bırakıp sonunun nereye varacağını bilmediğimiz bir yola çıkmak korkutucu geliyor, ama diğer yandan da zaten hayatımızı hep korku ile yaşıyoruz, onaylanma, yargılanma, dışlanma, değerli olma korkusu ile. Çünkü toplum ya da içerisinde bulunduğumuz topluluk tarafından kabullenilmemiz ve kendimizi değerli hissedebilmemiz, onlar gibi düşünüyor ve yaşıyor olmamıza, herkesin oynadığı "körler sağırlar birbirini ağırlar" oyununu oynamaya ve başkalarını onaylama yolu ile kendimizi onaylatmaya devam etmemize bağlı.

Hakikat şu ki, aslında mutlaka bir kimlik sahibi olmamız, bir görüşü benimsememiz, bir yere ait olmamız gerekmiyor, biz hayata aitiz, biz bu dünyaya ve evrene aitiz, biz varlığın tümü ile biriz. Gelip geçen, bugün var yarın yok olan, doğup batan, görünüp yok olan hiçbir şey gerçek kimliğimizi tanımlayamaz.

Var olmak ve varlığının farkında olmak dışında bir kimliğe ihtiyacımız yok. Çünkü bunun dışındaki her şey yapay ve geçici. Yapmamız gereken tek şey bizi bu ayrıma iten toplumun, yargılarımızın ve en önemlisi içimizde bu oyunu oynamaya devam etmemiz gerektiğini söyleyen, korkularımızdan beslenen sesin farkına varmak ve artık onu dinlemeyi ve bu oyunu bırakıp, yaşamaya başlamak...