meftun.

Nasıl bir hayat?

Cover Image for Nasıl bir hayat?

Nasıl bir hayat sürüyoruz?

Durup bu soruyu bir an olsun zihninizden geçirin. Hayatınızın 'nasıl'ı ile ilgili aklınıza neler geliyor?

Nasıl bir hayat sürdüğümüzü neler belirliyor? Ailemiz, işimiz, evimiz, çevremiz, kariyerimiz, maddi varlıklarımız, yaşadığımız yer... Bunlardan mı ibaret hayatımızın nasıl olduğu?

Doğrusunu söylemek gerekirse hayatımın odak noktası yukarıda saydıklarım ve bunların nasıl devam ettirilebileceği, hatta daha da iyileştirilebileceği oluyor çoğu zaman. Sanıyorum bir çoğumuz için de böyledir, en azından insanlarda gözlemlediğim kadarı ile böyle olduğunu söyleyebilirim.

Ancak eninde sonunda, er ya da geç, özellikle de hayatımda birşeylerin yolunda gitmediği ve içime dönme ihtiyacı hissettiğim zamanlarda tekrar ve tekrar fark ediyorum ki gerçekte tek bir nasıl var hayatımızda dikkat edilmesi gereken. O da her bir an nasıl bir hal üzere olduğumuz.

İdealde hangi hal üzere olmamız gerektiği konusunu değişik perspektiflerden, hayat görüşlerinden, manevi/dini bakış açılarından farklı şekillerde ifade etmek mümkün, kimisi bunun için farkındalık diyebilir, kimisi Tanrı/Allah ile bağlantı hali. Ancak daha kapsayıcı bir ifade olması bakımından şimdilik farkındalık ifadesini kullanacağım. (Allah konusu ile ilgili ayrı bir yazı yazmam gerektiğini fark ediyorum bu arada yeniden, bu da başka bir zamana.)

Hayata bir güven ve teslimiyet anlayışı ile bakamadığımız, temelde ego kaynaklı dürtülerle herşeyi kontrol etmeye, her durumu kendi lehimize çevirmeye, her olayı koşullanmış zihnimizin çarpık anlayışı ile değerlendirmeye, yorumlamaya ve yargılamaya devam ettiğimiz sürece her an farkındalığımızı ve hayatla bağlantımızı korumamız mümkün değil ne yazık ki.

Her bir an bilmeli ve farkında olmalıyız ki hayatta gerçek anlamda kontrol edebileceğimiz yegane şey hayatı nasıl değerlendirdiğimiz, onun zihnimizdeki ve içimizdeki yansıması. Ama biz hemen her zaman bütün odağımızı dışarıya, tam anlamı ile anlamamızın ve kontrol etmemizin asla mümkün olmayacağı hayat şartlarına yönlendiriyor ve eninde sonunda kontrol edemediğimiz bir durumun duvarına toslayıp yine aynı döngüyü bir daha yaşıyoruz; ta ki içimize dönmemizi gerektirecek kadar acı çekene kadar.

Bu zaviyeden baktığımızda hayatımızda yolunda gitmeyen şeylerin aslında bize bu kısır döngüden çıkmamız ve içimize dönmemiz, egonun tuzaklarını fark etmemiz için mesajlar verdiğini fark edebiliriz. Niyazi Mısri'nin "derman arardım derdime, derdim bana derman imiş" sözleri de bu zaviyeden daha fazla anlam ifade edebilir. Genelde hakikate talip olan ve bu arayış içerisinde bulunan insanların hayatında sorunların, büyük sıkıntıların eksik olmadığını görürüz. Bunun da esasında nihai amaca ulaşma açısından bir lütuf olarak değerlendirilmesi gerektiğini de söyleyebiliriz bu açıdan. Zira hayatımızdaki hakim güç hemen her zaman olduğu gibi ego olduğunda ve tüm odağımız dış dünyada bulunduğunda, yolunda giden herşey, egoya yaptığı seçimlerin ve yaşam şeklinin doğru olduğu şeklinde yeni bir doğrulama mesajı daha veriyor, bu da onu aşmamızı gittikçe daha da zorlaştırıyor, hayata her geçen gün egonun gittikçe daha da çarpıklaşan prizmasından ve kalın kabuğunun arkasından bakar hale geliyoruz.

Geçtiğimiz günlerde Filibeli Ahmet Hilmi'nin Amak-ı Hayal kitabını okuyordum. Kitabın sonlarında yine gördüğü rüyaların birinde bu sefer kendini insanlarınkine benzer büyük bir medeniyet kurmuş bir karınca topluluğunun bir ferdi olarak bulur yazar kendini. Bu topluluk bilimde, sanatta eğitimde her alanda insanlardan dahi daha ileridedir. Bir gün açıklanamayan bir doğa olayını araştırmak ve bu konuda bilgi vermek üzere bilim adamlarının yaptığı bir konferansa katılır karıncalar. Konferans devam ettiği sırada sıcak bir sel tüm topluluğu sürükler ve binlerce karınca ölür bu olay sırasında, yazar da onlardan birisidir. Ancak rüyasında olayları hem karınca hem de insan zaviyesinden görebilmektedir ve gördüğü şey karınca topluluğunun iki atın durduğu bir alanın tam yakınında toplanmış olduğudur. Her nasılsa iki at aynı anda işemeye başlayınca da topluluk bir anda selin ortasında bulur kendisini. Aradan zaman geçer, bilim adamları bu konuya açıklık getirmeye çalışırlar ve sonunda derler ki bu bölgede güçlü bir elektrik alanı var, bu alan farklı zamanlarda etkileşime giriyor ve böyle bir doğa olayı oluşuyor... Olayın hakikatini bilen yazar bu açıklamayı okuyunca kahkaha atmaktan alamaz kendisini...

Bu hikaye bana hem adına ilim/bilim dediğimiz ve değişmez kanun olarak kabul ettiğimiz kavramlar, hem de bireysel olarak hayata bakışımız açısından ne kadar sığ ve sınırlı bir görüş ve değerlendirme imkanımız olduğunu düşündürdü. Aslında bizzat kendi vücudumuzun nasıl işlediği başta olmak üzere, ne doğa, ne kainat ne de kendi hayatımızda yaşadığımız olayların hakikati hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz. Hayata ve yaşadıklarımıza dair yaptığımız açıklamalar karınca bilim adamlarının yaptıklarından çok da farklı değil özünde. Çünkü hepsi sınırlı bilgimizin ve ego odaklı algımızın ürettiği bir çarpık dünya algısına dayanıyor. Çünkü herşeyi anlamak ve bu yolla kontrol etmek, belirsizliğe alan bırakmamak istiyoruz. Ve bu yolla hemen her zaman hem kendimiz hem de dünya için hep daha fazla acı üretiyoruz.

Hayata her ne olursa olsun teslim olamadıktan, her an güven duyamadıktan, farkındalığımızı her an koruyacak olgunluğa ulaşamadıktan sonra gerçek anlamda mutluluk ve huzuru bulabilmemiz mümkün değil. Bunun yolu da her zaman olduğu gibi içimize dönmekten ve her an bu irtibatı ne ölçüde sağlam tutabildiğimizi fark etmekten geçiyor...